Engelli kentin yalnızıdır!
İçinde yok olduğunuz bir yerdir kent!. O kentin Sokakları, kaldırımları, okulları, parkları, kafeleri, deniz kenarları, denizin kokusu, yunusları size yasaktır. Size yabancıdır. Kentin yalnızı, Kosinski’nin kitabında bahsettiği boyalı kuştur. Kentte bir yabancıysanız.. yani benim olduğum gibi bir engelliyseniz, yabancıssınızdır… herkes size bakar dışarı çıktığınızda. Eksik, belki biraz aşağıda, çokça acınılan, merhemet edilmesi gerekn olarak görülürsünüz. Kente katılmak istediğiniz, o kentten biri olmak istediğinizde Yok sayıldığınız kentin mimarisi bir engel çıkarır önünüze, takılırsınız. O zaman bakışlar, koşturmaya döner, gelirler! Size yardım etmeye, sizin ötekiliğinizi, oraya ait olmadığınızı istemeden de olsa yüzünüze vurmaya gelirler. Yüzünüzde bir tebessüm belirir. Hüzünlü, kırık bir tebessüm! Yabancı olmanın, herkesten farklı olmanın mahçup tebessümüdür o.
Ben sakatlandığımda işte o tanımadığım, dünyaya adım atıp, kentin yabancısı oluverdim bir anda! Kapılar daraldı, kaldırımlar yükseldi, yollar uzadı… bütün bunlar olurken ben giderek küçüldüm. Sıkıştırıldıkça atomları birbirine yaklaşan bir kütleydim artık. Sıkıştırıldıkça enerjisi artan, onu ötekileştiren insanların anlayamayacağı bir infilaka hazırlanıyordu ruhum.
Diğer insanların anlayamayacağı dedim. Bu en azından bir noktaya kadar kesinlikle böyle. Evet, insan ruhu kolay kolay anlayamaz sakat bireyi. Aslında ötekini anlaması genel olarak zordur. Ama sakatı anlaması daha da zordur. Zira insan genlerinde tanımlanmamış bir haldir sakatlık. Tabiatta pek rastlanmaz. Bu yüzden de ruh ne yapacağını bilemez halde her yöne kararsız savrulur uzun bir zaman.
İşte o anlarda, öteki olmanın en güzel tarafı çıkar ortaya. İçinizde biriken enerji (eğer içinizde yazmak denen içgüdü varsa) inanılmaz bir şekilde kararlı, istikrarlı ve güçlü bir şekilde dışınıza çıkmaya çalışır. Çünkü herkes birileriyle konuşmak ister ve yalnız insan, konuşacak kimse bulamadığı için kendisiyle konuşmaya başlar. Bu yüzden yazmaya, çizmeye, yakındır, yatkındır. Sadece edebiyatta değil, diğer sanatlarda, sporda, siyasette ötekilerin etkisi büyüktür. Tarihi ötekiler yazar, öteki olmayanlarsa yazılan o tarihin restorasyonunu (yani oturmasını, kurumsallaşmasını sağlar) Zira içinde kopan fırtınalar, ontolojik bir kaosun yarattığı bir fırtınadır. Bu yüzden etkileri de büyüktür.
Bu öyle bir etkiydi ki, çok uğraşsam da direnemedim. Ama tabi, bu bir anda olmadı. Önce sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen kelime öbekleri çıkmaya başladı. Sonra mesela bir sohbette, keskin bir cümle olarak çıktı. Sonra bir gece vakti odanın duvarlarına düşen bir gölgede anlam buldu. Ama tıpkı bir kişilik bölünmesi gibi, içimde doğan bir başka ben, giderek hayatımın bütününü kapladı.
İlk eserim Sandalye isimli anı romanımdı. (aslında engelli olduktan sonra yazanların temel özelliği sanırım önce engelliliklerini yazma konusu edinmeleridir Ör: Sol ayağım, Jean-Dominique Baub kelebek ve dalgıç giysisi vb) )
Yalnızlar öfkelidir aynı zamanda. O yüzden eserlerinde de öfkeden kaynaklanan sert bir üslup, keskin betimlemeler yer alır.Bu en azından benim bir gözlemim. Öyle olması da gayet doğaldı çünkü sakatlığı yazıyorsanız, yaşadığınız gerçeği yazıyorsunuz demektir. Belki de böyle olduğu için, ben, kitabın sonunda okura rahatlama fırsatı vermemeyi tercih ediyorum. Evet, bir umut var ama mutlu bir son yoktu.
Bir engelli olarak, ilk kitaptan sonra söyle bir sorunla karşılaştım. Acaba yazmanın devamı gelecek miydi?
Bu ilk eserinizin ardından yaşadığınız temel tartışma konularından biridir. Yalnızlığın dürtüklediği anlık,tek seferlik bir yazma eylemiydi yaşadığınız? Yoksa yazmanın dürtüsüyle önce yalnızlığınızı yazarak bir yola mı çıkıyordunuz? Şayet, içinizde edebiyatın yalnızlığı varsa, ya da bu yöne doğru bir dönüşüm varsa.. mutlaka, bir şekilde taşarsınız birgün. Ve devamı gelir. Benim varmış.
İlk kitabımdan 1.5 sene sonra yeniden yazmaya başladım. BU kez bir başka öteki dünyayı tanımladım zihnimde. Bizim için sadece ölü sayılarından, içinde olduğumuz tarafın, karşı taraftan daha çok insanı öldürmesinden ibaret olan bir savaşı, G.doğudaki savaş üzerinden, öldürmenin dehşetini yazmaya başladım. Öldürmenin tükettiği, yıkık dökük bir ruh üzerinden yapmaya çalıştım bunu. Yine içinde öfke olan, yine keskin kenarlarda gezinen bir üslupla yazılmış bir eserdi bu. Ve onun da sonu mutlu bitmiyordu. Sadece bir parça umut! Sadece çıkış kapıyı biraz aralık bırakmaktan ibaretti yaptığım.
Peki, içimde bu şekilde yaşadığım yazma serüveni dışımdaki dünyadan nasıl karşılık buldu? Bir eser vardı. O eser canlı bir varlıktı. Kendi kimliği ve kişiliği vardı. Bir de o eseri zihninde ortaya koyan kişi vardı. Yani eser ve yazar ikilisi!
Ama daha kitabın ilk gazete haberinden itibaren “kentin yalnızı” kimliği, üzerime yapıştı. “Engelli yazar!” Engelli yazarın yazdığı sandalye yahut Her Savaş bir Tanrı öldürür” isimli kitap. Buradaki tüm yazarlar, sanatçılar isimleriyle vardır. Ama nedense ben, her yerde engelli yazar olarak anılırım. Engelliliğim benim tanımlanma aracımdır. Yıllarca ben engelimle tanımlanmıştım. (engelli STK yöneticisi, engelli çalışan, vb) Buna kızıyordum, bunu kabul etmiyordum ama yazarlık sürecimde bu etiketleme işlemi, beni de aşıp, kitaplarıma da yapışır oldu. Engelli yazarın yazdığı kitap oldu! (aslında bütün ötekileştirilmiş gruplar için bu böyle. Eşcinsel yazar, Kürt yazar, ermeni yazar vb. Ne yapıyorduk biz?
Kentin taşralısıydım, kentin yalnızıydım ve bu yalnızlık, her yerde bana hatırlatılıyordu. İkinci kitabımın baskısından sonraki ilk haberde de bunu yaşadım. İşin ilginci, kitabım anti-militarist içerikli bir kitapken, sakatlıkla uzaktan yakından bir ilgisi yokken, gazetede kitabımın haberi gazeteciye mülakatta konu dışı söylediğim engellilik üzerine bir manşetle verildi. Ve ben o haberden sonra gazetecileri uyarmak zorunda kaldım.
Ama sadece bu kadar mı? yazarlığın çevremdeki insanlarda ve kimi okurlarda bulduğu karşılık da kentin taşralısı olmaklığımı vurguladı hep. Mesela yakınlarım benim yazarlık yönümü, hep amatör, öylesine bir iş olarak algıladılar. Hatta kimi zaman “iyi iyi, yaz.. sıkılmazsın, meşgul olmak iyidir” diye onurlandırıldım!!! Sonra okurlarda da benzer tepkiler gördüm. Nedense herkes yayınevinden bana iltimas geçildiği yönünde bir bilinçaltı algı olduğunu gördüm.
Böyle olduğu için de kitaplarıma karşı biraz önyargılı yaklaşılıyordu. Mesela yazar engelli olduğu için almak istemeyenler oluyordu (yazara iltimas geçilmiştir düşüncesi) yahut yazara yardım olsun diye alanlar da olabiliyordu. (engelliyi destekleyelim!) Bunlar kitabı okuduktan sonra, biraz mahcubiyetle bana dönüş yapan okurlardan aldığım bildirimler. Ve tabi bir de (özellikle sandalye kitabında) beklenti eşiği var. Bir engelli öyküsü okuduğunda mutlu son istiyor insanlar! Hatta bu yüzden okurdan eleştiri aldığım çok olmuştur. Niye mutlu sonla bitmedi diye? Bitmek zorunda mı? Benim gerçeğim öfke, kalp kırıklığı ama sonuçta umuttan oluşuyor. Bunu yazmamdan daha doğal ne olabilirdi ki?
Sonuç olarak her şartta benim için bir etiketleme ve bu etiketleme üzerinden bir beklenti var. Bana bakmıyorlar, sakatlığıma bakıyorlar.Kitabıma bakmıyorlar, ondaki sakatlığa bakıyorlar. İşte aslında asıl aşmamız gereken nokta da bu… Engelime değil, bana bakılmasını istiyorum kentin yalnızı olarak. Engelime değil, kitabıma bakmanızı istiyorum kentin taşralısı olarak.
Önemli not: Bu yazının adıma atıfta bulunmadan tamamının ya da bir kısmını kullanılması yasaktır. İzin almadan ya da atıfta bulunmadan kullanılan yazı için yasal işlem yapılacaktır.