M a s a l s ı Y ü z l e ş m e l e r
Zamanın kırıldığı bir dönemde, geçmişiyle bugünü arasındaki mesafe bir anda uçurum gibi açıldığında ne düşünür bir insan? Hele de 21 yaşında ise?
Masalsı Yüzleşmeler, Süleyman Akbulut’un 21 yaşında geçirdiği trafik kazası sonrasında felç olmasıyla birlikte, içinde kopan duygu fırtınalarını, puslu, içten gelen bir dille ifade ettiği şiirsel denemelerden oluşuyor. Amatör bir çalışma olan kitapta, sakatlığına, hiçbir yerde ve şekilde yer vermediği, sadece içindeki öksüzlüğü, bir başınalığı anlatmıştır yazılar. Sadece kitabın girişindeki Aralık 1992 tarihli “Kalender (Geçmişimle Konuşmam)” isimli önsöz niteliğindeki yazıda, bir bedende iki farklı hayatı yaşadığını, anlatışında buluruz, sakatlığın izlerini.
Onun dışındaki her yazıda, geçmişle gelecek arasında hasret ve hüzünden, öfke-umut arasında gidip gelen bir sarkaç gibi salınır durur duygular. Bu yönüyle Masalsı Yüzleşmeler, Süleyman Akbulut’un yazarlık serüveninin başlangıcıdır bir bakıma.
Kitaptan
Kalender (Geçmişimle Konuşmam)
Üzgünüm Kalender… Üzgünüm. Seni orada bıraktım. O masanın başında, uzakçıl gözlerindeki o anlatılmaz hüzünle bir başına bıraktım. Elimde olmadan da olsa yitirmek denen can yakıcı esriklikle tanıştırdım seni. Ayaklarını alıp, adına tutku denen bir yitirmişlik bıraktım avuçlarındaki kader çizgine.
Duyuyorum; hâlâ her zamanki —yani en köşede ve kuytudaki masanda— oturuyormuş ve hâlâ dalgın dalgın bakıyormuşsun gelip geçen kalabalığa. Yine çayını yudumlayıp, kendini öldürürcesine çekiyormuşsun sigaranın dumanını yüreğine. Tıpkı orada olduğum zamanlarda olduğu gibi.
Hiç konuşmuyormuşsun, hatta çay bile söylemiyormuşsun. “Garson gelip sana sormadan masaya bırakıyor”muş. Son kısmı onların yorumu tabii… çünkü ben senin çayı —ayrıca seslenerek— söylemediğini bilirim. Çünkü ben senin, garsonla göz göze geldiğinde, küçük bir göz işaretiyle söylediğini, garsonun da anlayıp ayrıca hiçbir şey sormadan ve söylemeden getirip bıraktığını bilirim. Çünkü ben senin —bir an için bile olsa— derinliğinden çıkmak istemediğini bilirim. Ama onlar… (Nereden bilebilirler ki?)
Ne düşündüğün belli değilmiş yine… Çok şey düşündüğün belliymiş yine. Ve ara sıra sıyrılıp beni arıyormuşsun uzakçıl gözlerinle; bu herkesin dikkatini çekiyormuş. Ama o kadar derinlerden bakıyor, o kadar uzaklara bakıyormuşsun ki, hiçkimse cesaret edip de soramıyormuş benim nerede olduğumu… (Siluete beden sorulur mu?)
Kalender… ne güzel bir düşsel gerçekliktin sen, ne anlamlı bir sığınış… gün geldi anılarım seni aradı, gün geldi canım sen olmak istedi: yeşil parkanı, hep temiz olan kırmızı kazağını, kot pantolonunu ve o eski yıpranmış ayakkabılarını istedi. Avuçlarımda katlanmış, avuçlarının teriyle hafifçe yıpranmış dergilerini istedi.
Sonra… sonra canım okulundan her zaman oturduğun o kahvehaneye kadarki uzun, dalgın ve yoğun yürüyüşlerini istedi. Kafan bozulduğundaki o çılgın, delice koşmalarını da istedi. Sabaha kadar odanda bir aşağı bir yukarı arşınlamalarını da, arşınlarken ara sıra durup kafanı kaşımalarını da… Ah Kalender ah… Gün geldi canım sen olmak istedi.
Ama gözlerim acı acı kavruldu, içim ezim ezim ezildi ve sen olmak istediğim kuzey rüzgârı olup esti dudaklarımdan. Çünkü ben seni orada bırakmıştım. Orada, o masanın başında… bir başına… uzakçıl gözlerindeki o anlatılmaz hüzünle.
Biliyorum; seni hiç yazmadığım için kızıyorsun bana, seni unuttuğumu düşünüyorsun. Haklısın; hiç yazmadım seni. Ama inan unuttuğumdan, özlem duymadığımdan değildi. Hep andım seni, hep aklımdaydın ve her eylemimde sen vardın. Seni sana yazmayışım, seni anlayamadığımdan ya da unuttuğumdan değil, yağmur yağmayışındandır. Bilirsin; yağmur yağmayınca toprak kokmaz, toprak kokmayınca da başım dönmez. Toprağın kokusunu duymadan sen olmayı istemek neye yarar?
Ve nihayet bu gece yağmur yağıyor. Zaafımı bilircesine, bir yılın acısını çıkartırcasına işleyip duruyor toprağın göğsüne. Kapım pencerem kapalı ama öyle bir yağıyor ki, sesi, kokusunu da alıp getiriyor odama, yanıbaşıma. Kalender… nihayet bu gece canım dehşetli sen olmak istiyor, bu gece canım senin için sana yazmak istiyor. Anlatacaklarım, paylaşacaklarım var seninle, yaşamak istediklerim var sende.
Yaşadığım anda algılayıp, algılar algılamaz karşı durmayı sen öğretmiştin. Sen iyi bir öğretmen, ben de sende iyi bir öğrenciymişim. Çünkü onca şeye rağmen hâlâ her şeyi anlamıyla yaşıyorum. Hayat sende olduğumdan daha bir gerçek benim için ve ben, sende olduğumdan daha bir güçlüyüm. Tıpkı senin istediğin gibi…
İnsanın anlaşılması güç bir direngenliği var. Dayanılmaz diye düşündüğü ve tasarladığı şey başına gelince kendisini bile şaşırtan bir dirençle karşı koyuyor, yaşamaya çalışıyor. Ve her şeye rağmen buruk da olsa bir mutluluğu duyabiliyor içinde. Başarısıyla gurur duyabiliyor, sevebiliyor, baharı bekleyebiliyor. Yani yaşamın tüm kapılarını yoklayabiliyor.
İşte o yüzden gün geldi canım sen olmak istedi. Ölesiye… çıldırasıya… seni orada bırakmışlığıma aldırmadan, bana olan tüm kırgınlığını bilmeme rağmen… Evet, gün geldi canım sen olmak istedi. Çünkü istiyorum ki; orada, o anlatılmaz hüzünle değil de gözlerindeki sonsuz mutlulukla bak gelip geçen kalabalığa. Çünkü istiyorum ki; kendini öldürürcesine değil, keyifle çek sigaranın dumanını yüreğine.
Kalender, sen bendim ben de sen. Ayrıştı bedenimizle siluetimiz, uzağız yıllar boyu. Tekrar bir araya geliriz ya da gelemeyiz —ki bu ayrı bir konu—, yağmur bir daha yağar ya da yağmaz —ki bu da daha ayrı bir konu— bilinmez. Ama hiç olmazsa istediklerimi yapacak gücümüz ve imkânımız var.
Kırma beni. Ne olur yap bu dediklerimi. Yap ki içim ezim ezim ezilmesin, gözlerim acı acı kavrulmasın. Bundan sonraki sen olmak isteyişlerim kuzey rüzgârı olup esmesin dudaklarımdan.
Anlıyorsun değil mi?
Aralık 1992