S a n d a l y e – B e n B ü y ü y ü n c e … M a v i O l a c a k t ı m
Yirmili yaşların başında sapasağlam bir gençken bir gecede tekerlekli sandalyeye mahkûm biri oluverseniz!
Ne yapardınız?
Süleyman Akbulut… Henüz 21 yaşında, 5 ekim 1991’de, üniversite son sınıf öğrencisiyken Ankara’dan İstanbul’a dönüşte bir trafik kazası geçiriyor.
Ve felç oluyor.
“Ankara’yı bırakıp İstanbul’a dönecek olmamın hüznü, bir taraftan da sevdiğim kadını bu şehirde bırakacak olmanın sızısı vardı her yanımda.”
İşte gerçek hayat mücadelesine o an başlıyor.
Yaz aylarını andıran bir sonbahar günü sırt çantasıyla ayrıldığı
İstanbul’a, evine, sedye üzerinde dönüyor.
Ailesi, arkadaşları dört dönüyor, pervane oluyor etrafında; ancak nafile, geri dönüş yok.
Geçmiş geçmişte kalıyor. Aşklar, arkadaşlıklar, dostluklar…
Yalnız, cevapsız, sevdasız geçiyor artık zaman…
Artık önünde yeni bir hayat var, yeni ve farklı bir hayat.
Hiç yürüyemeyeceği, koşamayacağı bir hayat…
Her şeyin yaşanılarak öğrenildiği bir hayat…
Ona tutunmalı hem de sımsıkı tutunmalı.
Kazanın üzerinden geçen on yedi yılın ardından umut dolu, hayat dolu, üstelik yardıma ihtiyacı olanlara ışık veren bir Süleyman Akbulut bugünkü.
Artık farklı misyonlar üstlenmiş…
Zaferi nasıl kazandığını anlatıyor bizlere.
Yayınevi: Doğan Kitap
428 sayfa
Kitaptan
“Donuk bakışlarla odanın duvarlarında gezdirdim bakışlarımı. Bu sarı duvarlar… ne kadar da hüzünle kararmıştı sabahın griliğinde? Duvarlarda asılı resimler ne kadar gölgeli, sehpaların üzerinde duran biblolar ne kadar da karanlıktı? Hem… hangi gün ölmeliydim ben?
Ölmek mi demiştim? Ben… bu cümleyi daha önce de kullanmamış mıydım?
Pencereyi kapatmak için odama giren annem yüzünden bir anda sıyrıldım zihnimdeki savaştan. Onun beni uyandırmak istemeyen tedirginliğiyle odaya girişi ve neredeyse ayakuçlarına basarak odanın bittiği yerdeki pencereye varmasının ardından dikkatlice pencereyi kapatıp perdeyi çekmesini ses çıkarmadan, uyandığımı fark ettirmeden izledim.
Her kadın içinde annelik denen duyguyu taşırdı. Annelik, akıl sınırlarını bile zorlayacak kadar özen göstermek demekti sevdiğine; ama aynı kadınlar, Melike gibi nasıl da yıkıcı olabiliyordu anaç yanlarına rağmen? Hatta bu kişi sevdiği bile olsa nasıl da yalın, rasyonel ve yıkıcı bir kimliğe bürünebiliyordu bir anda? Kurdun kuzu doğurması gibi bir şeydi bu sanki… Dün gece evimden kovduğum Melike ve bu kâbusun başladığı andan beri gözünü bile kırpmadan yaşamını bana adamış kadın… annem. Kadın denen şey hangisiydi?
Neden hâlâ düşünüyordum ki; hiç ama hiçbir şeyin önemi kalmayacaktı birkaç gün sonra. ‘Unut bunları’ dedim kendi kendime. ‘Unut ve yoluna git.’ Ne kadar sakin durmaya çalışsam da ürpermiştim yine. Oysa yüzyıllarca, hatta binlerce yıl yaşamak, hatta hiç ölmemek isterdim; her insan gibi.
İnsan neden sonsuza kadar yaşamak isterdi? Bir sonraki günü görmek için mi, yoksa her ne kadar gün geçerse geçsin yine de kendini hiç büyümeyecek gibi düşünüp, büyümek denen şeyin ne olduğunu görmek için mi? Ben ölünce ne olacaktım ki? Ve ölünce… ne olamayacaktım?
Büyüyünce de mavi olamayacaktım mesela… Yalnızlık beni ürkütmeyecekti; yine de her an birine sevdalanabileceğimi düşünemeyecek, sevdalandığım kadının yüreğinde yer edinebilmek için elimden geleni yaparken yaşadığımı hissedemeyecektim. Bir daha güzel bir şiir okuyamayacaktım. Sonra bir de… birkaç kadeh rakıyla sarhoş olup kendimi kaybedemeyecektim. Baba da olamayacaktım mesela… soyumu geleceğe bırakmanın anlamsız içgüdüsünde huzur bulamayacaktım.
Hiçbir şeye kızamayacaktım sonra, kızdığıma haddini bildirip rahatlayamayacaktım. Sonra başım bile ağrımayacaktı hiçbir zaman… bir yerlerim de kanamayacaktı. Hiçbir şey yüzünden tasalanmayacak, hiçbir şeyden tedirgin olmayacak ve en önemlisi hiçbir şeyden korkmayacaktım artık. Büyümeyecektim ben. Büyümeyecek ve onun yerine… sadece ölecektim. Ben ölünce… kahverengi, soğuk, nemli bir şey olacaktım.”
(sayfa 390)