Savaşı Yazmanın Psikopatolojisi

“Siz hayranlıkla dinleyesiniz diye öldürmedim.

Aklımdan nefret ettim bütün bunlara dayandı diye.

Cesetlere bakıp, bunu ben yaptım, deyip kendimden iğrendim.”

(Her savaş Bir Tanrı Öldürür – S.Akbulut)

 Savaş karşıtı roman yazmış biri olarak, içeriği savaş olan romancılığı konu alan bir yazı yazmanın bu kadar güç olacağını düşünmemiştim doğrusu. Kişisel deneyimimde romanın hücre düzeyindeki prototipinin zihnimde nasıl oluştuğunu –en azından sezgisel açıdan- bilsem de bu konuda genellemeler yapmanın ne derece doğru olacağı da bir soru işareti benim için.

Aklıma gelen ilk yöntem, tarihsel süreçte, insanlığın savaş algısı değişirken, savaş temalı romanların yaşadığı değişimi ana hatlarıyla ele alarak, geçirdiği evrimin “otopsisini” yapmak. Ama bu otopsiyi yaparken, kısa bir savaş edebiyatı analizi yaptıktan sonra özellikle son 150 yıla daha yoğun bir odaklanmam söz konusu olacak. Özgün yönü aşağıda ele alınacak bu yüzelli yıllık dönemi, savaş-romancı etkileşimi ekseninde (kendi kişisel deneyimlerimden de çokça faydalanarak) incelemeyi  ve bir bakıma savaşı yazmanın psikopatolojisini ortaya koymayı amaçlayacağım.  Şüphesiz yapacağım her genelleme kendi anti tezini de üretecek ama en azından bir ana çerçeve koyabilmeyi umuyorum.  Bu noktada, özellikle son yüzyılda savaş romanının ruhunu oluşturan “savaş karşıtı” savaş romanı yazmanın kodlarını ortaya koyabilmeyi bile bir başarı sayacağım açık.

Öncelikle şu tespitle yola koyulmak doğru olacaktır. Savaş ve sanat, insanlık tarihinden bu güne dek, ya yana yol alan iki insan yaratısıdır. İnsan için ”savaşın” ilk olarak doğa ile başladığını varsaymak yanlış olmazsa; 40 bin yıl önce Fransa’nın Lascaux Mağarası’nda karşımıza çıkan av resimleri, aslında ilk savaş romanının görsel hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir sonraki aşamada neredeyse dünyadaki bütün uygarlıklarda tapınak duvarlarına yapılan ve tanrılara verilen kurbanların tasvir edildiği eserler, insanın doğaya karşı savaşında uğradığı yenilgiyi kabul edişinin belgeleridir adeta. İnsan denemiş, ama tanrının gazabı karşında mağlup olduğu için en değerli varlıklarının; genç kız ve erkeklerinin, hatta kimi zaman çocuklarının  kanlarını sunmuşlardır yenildiklerine!

Sözlü tarihten yazılı tarihe geçişimizle birlikte bu savaş edebiyatı; resim ve heykelden, metne sıçrama yapar.  Yazılı ve sözlü destanlar, insan topluluklarının varoluş koşullarının ve savaşlarının izlerini epik bir dille bize sunar.

Uygarlığın gelişimiyle paralel bir şekilde hasımlar da  değişmiştir. Sümerlerin Gılgamış’ında savaş, insan ile tanrılar arasında geçmektedir. Bu aslında savaşın mantığında neyin yattığını da göstermektedir bir bakıma.  Tanrı bile olsa, önüne engel çıkaran ötekine hakim olmak! Ona engeller çıkaran, ona ekmek vermeyen, tufanlarıyla onu mahveden doğa ve o doğaya hükmeden kötü tanrılardır. Destanın kahramanı, üstün –insani- gücüyle, kimi zaman da bilgeliğiyle kötü tanrılara boyun eğdiren bir figürdür. Sonrasında destanların içeriği değişmeye başlar. Özellikle bilimin ve uygarlığın daha da geliştiği Antik Yunan’ın İliada’sında savaş, Yunanlıların Troyalılara (insanın-insanla) savaşına evirilmiştir. Her ne kadar Euripides’in Troyalı Kadınlar gibi eserlerinde, savaşın yarattığı acılara eleştirel bir bakış geliştirilmeye çalışılsa da, sonuç olarak savaş edebiyatı; freudyen bir yaklaşımla söylenirse babaya layık kahraman oğulların öykülerinin anlatıldığı, yüceltilen bir hal’dir. Savaş iyi vekutsal bir şeydir! Peki bu neden böyledir?

Böyledir çünkü babası (!) -ki bunu krallar, tanrılar veya devlet okumak gerekir- savaşa giden kahramandan, acımadan, öldürmesini istemektedir. Öldürmezse, babası onu reddedecek, dışlayacak, topluluğu dışına atacak ve hatta belki cezalandıracaktır! Freud’un Uygarlığın bunalımında da doğru bir şekilde tespit ettiği üzere, uygarlık (!) için “saldırganlıklarıma maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece, çok sayıda insanı sevgiyle birbirine bağlamak mümkündür.”[1] Bu da devletin en temel meşruiyet kaynağıdır. Böyle bir durumda sisteme bağlı, babanın onayını ve kabulünü yaşamak isteyen savaşçı, insan tabiatında gizli olan yıkıcı içgüdüsünü açığa çıkarır savaşta.  Artık, “çocuğun öç düşkünü saldırganlığı, babadan beklenen saldırgan cezanın boyutuyla belirlenecektir.”[2]  Her savaşta kazanırken de kaybederken de (yani her şart ve koşulda) yaşanan, tecavüz, katliam ve yağmalar buradan meşruiyetini alıyor olsa gerektir. Ve yine bu yüzden, savaşın bu kötü yanı, destanlarda, epik şiirlerde  görmezden gelinmektedir. Tanrı (baba), ülkenin muktedir (babasına) bağışladığı inayetle, yapılan her şeyi kutsamakta ve onaylamaktadır zaten! Aydınlanma dönemine kadar, savaşın kendisi gibi, edebiyatı da bu kutsama içerisinde yol alır.

Ancak özellikle aydınlanma çağıyla birlikte değişen değer sistemi, bireyin giderek hayatın merkezinde yer almaya başlaması, daha da önemlisi kapitalizmin ve emperyalizmin toplumu içine soktuğu sömürü, savaş ve bunalım sarmalı içerisinde algılar değişmeye başlar. Gelişen teknoloji, savaşların daha kanlı, canavarca bir vahşete bürünmesi sonucunu doğurdu. Şiddet ve onun yarattığı yıkımı kitleselleşerek, cephelerde caniliği doruk noktasına çıkarırken, savaşan ülke coğrafyalarında halklara cinneti bulaştırdı. Ve cinnet, kapitalizmin, insan ruhunda yarattığı bunalım ve dehşet dalgasıyla birleşerek,  toplumların belleğindeki savaş algısını ve doğal olarak savaşı konu alan romanı değiştirdi.

Oğul, babaya isyan etmişti artık! Onu sözünden çıktığında, onun beklediğini yapmadığında suçlu değildir, günahkar değildir. Çünkü oğul fark etmiştir ki, yanlış olan, kötü olan onun adına karar veren babadır!  Babanın yarattığı savaşta ölmek, öldürmek yüce ve kutsal değildir çoğu zaman!

Bu yeni dalganın etkileri içerisinde, 1860’lı yıllarla birlikte, babaya isyanın ilk örnekleri gelmeye başlar. Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını yeni dalganın bir miladı saymak mümkündür. Ama diğer taraftan, örneğin Dostoyevski’nin Suç ve Cezasını da (bana göre) bu örneklerden biri saymak mümkündür.  Zira her ne kadar bir savaş romanı olmasa bile öldürmenin yani savaşın ana temasının ve onun yarattığı vicdan azabının sorgulanması boyutuyla dolaylı yoldan savaşa karşı duruşun ipuçlarını verir. Ardından 20. Yüzyılın başından ve özellikle de birinci dünya savaşından itibaren bir biri ardına eserler gelmeye başlar. Remarque, Hamingway, Mihail  Şolohov, Curzio Malaparte ve diğerleri  bu yeni anlayışla, yani savaş karşıtı savaş yazarlığıyla eserler ortaya koyarlar. Özellikle iletişim olanaklarının da gelişmesiyle birlikte, adeta bir savaş yüzyılı olarak yaşanan 20.yüzyıl, edebiyatçıların savaşı yazmasın sağlayacak bunaltıyı yazarlara en yüksek dozda verir.  Bu, en azından aydınlanma çağını yaşamı toplumlar için geçerli bir durumdur.[3]

Şüphesiz bu yeni dalgaya ilişkin genellemeler yapmak çok önemli. Zira edebiyatın sadece saptayıcı, tespit edici boyutu değil, değiştirici-dönüştürücü bir kabiliyeti de var ve bugünden ileriye dönük olarak yaşanacak değişimleri okuyabilmek için bunu yapmak önemli hale geliyor. Bu düşünceden hareketle son yüzellli yıllık sürece dair ilk aksiyom şu olsa gerektir:

Her savaşın bitiminde o savaşın romanı yazılırdı ve bu yeni akımda, Romancı bir savaşta ne yaşanıyorsa onu yaşıyor ve onu yazıyor!

Bu aksiyom, okurun aklında ilk olarak savaş üzerine yazan romancının bir savaş deneyimi yaşadığı gibi bir sonuç üretir çoğu zaman. Şüphesiz edebiyat tarihi içerisinde savaş (karşıtı) roman yazan bir çok ölümsüz sanatçının, savaş deneyimi yaşadığı bir gerçektir. Tolstoy’un Savaş ve Barış adlı dev eserini yazmasında 1854 yılında bir subay olarak katıldığı Kırım savaşı deneyimin etkisi açıktır. Yahut, dilimize “Batı cephesinde Yeni Bir şey Yok” adıyla çevrilen eserinin sahibi Erich Maria Remarque’ın 1. Dünya savaşına katılmış olması, o daracık cephe hattındaki savaşın böylesine çarpıcı ve dramatik bir şekilde, okuru tam da o boğazlaşmaya ve o can pazarının içine sokabilmesinde en önemli faktör olabilir. Ve tabi Hamingway… Ünlü eseri Silahlara Veda’yı tam da kendisinin 1. Dünya savaşı sırasında İtalyan ordusunda yaptığı ambulans şoförlüğü üzerine kurgulaması da bunun bir işareti değil midir?  Ancak durum sadece bundan mı ibarettir? Birincisi bütün bu eserler, savaşa katılan kişilerin, en az ikiyüz yıl geriye giden aydınlanma çağının değerleriyle şekillenmiş bir ruhları vardır.savaşa milyonlarca insan katıldı.. bunun dışında o savaşlara binlerce sanatçı da katıldı ancak, eserleri, aydınlama sonrası 200 yıllık dönemin değerlerini benimseyenler verdi.

İkincisi, Romancı bir savaşta ne yaşanıyorsa onu yaşar ve onu yazar, aksiyomu, sadece savaş deneyimi yaşayan yazarı kapsamamaktadır. Çünkü, özellikle de çağımızda, yazılı ve görsel medyanın bu derece geliştiği şartlarda, savaşta bir asker ya da savaş mağduru bir sivil olmasanız da savaşı tanımanız, savaşı zihninizde canlandırmanızı yolları mevcuttur artık. Okuduğu, gördüğü, duyduğu ya da hiç olmazsa sezdiği boyutuyla ruhunda yaşadığı elem, keder, dehşet ve yıkım yüzünden savaşı yaşar ve onun üzerine yazabilir. Bu noktada (sömürgeci-kapitalist-diktatoryal yönetimlerin bunalttığı) yazarın anksiyetik-nevrotik yanı, ona bu gücü verir.  Bu ise bizi ikinci  Aksiyomumuza ulaştırır:

Çağımızda savaş romanı ölüm anksiyetesinin bir sonucudur!

Savaş romanları, neredeyse her daim, savaşın ardından yazılır. Bunun iki temel sebebi olması muhtemeldir. Birincisi, savaş sırasında savaşın yarattığı bir “ötekine” nefret dalgası vardır. Bu duygu ikliminde, yazarın, bir karşı duruşla, savaşan her iki tarafa eşit mesafede bile olarak yazması zordur. Şüphesiz savaşa tarafgir bir yaklaşımla bakarak kendi tarafının kahramanlığına vurgu yapan yazarlar için bu olumsuzluk söz konusu değildir ancak bu tip romancılar da, edebiyatın evrensel locasında yerini alma şansını bulamamaktadır. Kaldı ki, yazara , romanı yazdıracak travmatik veriler genellikle savaşın başında değil, savaşın en yıkıcı ve gerilimli olduğu, savaşın bir kör dövüşüne dönüştüğü, zafer ve yenilginin yıllara yayıldığı dönemlerde aktarılmaktadır. (1. ve 2. Dünya savaşları, Vietnam savaşı vb savaşlar bunun en tipik örnekleridir.

Sonuç olarak böylesi savalarda, savaş, şahidine (post travmatik sendrom ya da bilinen adıyla Vietnam sendorumu başta olmak üzere birçok travmatik şekli olan) anksiyetik bir tortu bırakır. Tıpkı bunun gibi, ister geçmişinde savaş deneyimi yaşamış olsun, ister savaşı kurgusunun içinde yaşayan bir yazar olsun, sonuçta yazar, kendi özelinde insanlığın ruhunun karanlıklarında gizlenmiş ölüm anksiyetesini gün yüzüne çıkarır!

Zira Roman yazma süreci, yazarın yaşadığı bir kişilik bölünmesi sürecidir aynı zamanda. Yazar, zihninde yarattığı dünyanın içine girer, yarattığı kahramanların peşinden sürüklenir ve bir noktadan sonra yazarın bilinci değil, romancının bölünen kişiliğinin esaretinde ne yaşanırsa onu yazar. Ve söz konusu olan bir savaş romanı olduğunda yazar o dünyanın içinde kahramanlar üzerinden savaşır, öldürür, yaralanır veya ölür… bütün bunlar olurken kimi zaman gördükleri yüzünden donar, kimi zaman korkar, kimi zaman dehşete kapılır.

Doğal olarak bir savaşta (savaşan ya da sivil olsun) insanlar nasıl önce ölüme karşı hissizleşir, ardından bu hissizlik derindeki ölüm anksiyetesini geliştirirse, yazar da bu süreçten geçer ve bunu yazar. Bu anksiyete öncelikle başkalarının ölümüne sebep olunması sırasında yapılan şahitlikte kendini ele verir. Vicdan, tırnaklarını yazarın ruhuna geçirir ve romanda kahramanların öldürdükleri yüzünden yaşadıkları katatoni ya da çıldırma halinde kendini  ortaya koyar. 1918 de İtalyan hükümeti tarafından gösterdiği kahramanlık sebebiyle  Gümüş Onur Madalyası ile ödüllendirilen Hemingway, bu olayı bir mektubunda arkadaşına şu şekilde anlatır: “Bazen savaşta ön saflarda büyük bir gürültü duyarsın, ben de aynı gürültüyü duydum; ardından ruhumun sanki bir mendilin cepten çekilişi gibi benden çekildiğini hissettim. Son olarak ise ruhumun bir bütün halinde tekrar bedenime döndüğünü fark ettim ve de o andan itibaren benim için ölüm yoktu.”

Ama sonuçta bu ilk duyarsızlaşma hali, devamında karnında büyüttüğü bir dehşete düşme halini doğurur. Erich Maria Remarque “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ta kahramanı Paul Baumer’in bir top mermisi çukurunda karşılaştığı sırada süngüsünü sapladığı bir Fransız askerinin can çekiştiği saatlerde yaşananlar, bu anlatımın unutulmaz örneklerinden biridir. Sakınmadan, çekinmeden, hatta acımasızca bütün detayları verir Remarque. Okurun canını acıtmak istediği açıktır. Günlük hayatta ona öğretilen –yüce, erdemli!- savaşın aslında nasıl birşey olduğu gerçeğiyle okuru adeta bunaltmayı hedeflemektedir. Asker can çekişirken, Baumer, onun ölüme yolculuğunda çektiği acıları, cebinden bulduğu sevdiğinin resmini gördükçe içinde olduğu akıl tutulmasıyla yüzleşir. Ruhunda yaşadığı yıkımı “18 yaşındaydık. Tam yaşamaya ve dünyayı sevmeye başlamıştık ki bizi dünyayı yok etmekle görevlendirdiler. İlk bomba bizim yüreğimizin içinde patladı,” diye özetler Baumer.[4]

Öldürmek, savaş içerisinde ölüme karşı hissizleşmeyi getirirken, bir sonraki aşamada, öldüren, kendi ölümüyle yüzleşmeye başlar. Yaşam azaldıkça kıymeti artan bir mücevherdir. En kıymetlisi de kişinin kendi hayatıdır. Korktukça, kendi sonunu gördükçe, diğer insanlara yaptığı şeyin ne olduğuyla yüzleşir. Tam da bu şekilde yazar da, yazarken, bu yüzleşmeyi yaşar ve benliğinde ölümün gerçek yüzünü görür. Ölüm, en ürkütücü karanlıktır ve ancak öldüğünde biten korkudur. İvan İliç’in ölümünde alttan alta bu temayı işleyen (savaş görmüş)  Tolstoy, bu durumu adım adım ölüme yol alan kahramanına şöyle söyletir: Respice Finem[5]!

Bir savaşta vicdanı zedelenen bir askerin yaşadığı bu “sonunu görme hali”, yazarın ruhunda da neredeyse birebir tekrarlanır ve bir diğer aksiyom, kendini gerçekleştirir:

Yazar vicdanında (insanlık adına) gelişen pişmanlık duygusu yüzünden yazmaktadır!

Bu noktada sözü, Her savaş Bir Tanrı Öldürür isimli romanın ana karakteri asker Yılmaz’a bırakmak yerinde olacaktır. Şöyle der onu tedavi eden psikiyatra Yılmaz: “Öldürmenin, gerekçelerini türlü şekilde açıklayabilir insan. Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’unu düşünün. O tefeci kadını, adı Alyona İvanova’ydı sanırım, onu öldürmek için ne kadar çok mazeret üretmişti kafasında. Hatta yüce, erdemli şeyler yapmak için bir araç olarak görmüştü öldürmeyi. Ama vicdan karşısında her bahane, çekiçle vurulan bir kesme şeker gibi unufak olup dağıldı onun öyküsünde. Benim durumum ise daha trajik. (savaşta) Onları neden öldürmüştüm? Raskolnikov’unki gibi bir gerekçem yoktu benim. Sadece görevim için yapıyordum. İşte bu yüzden vicdanımın ruhumda yarattığı kanama durmuyor.”[6]

Gerekçe ne olursa olsun,  savaş, sonuç bakımından gerisinde ölüm, sakatlık, sefalet ve yıkım bırakıyordu. Bunların yansıdığı ayna ise öldürenin ruhunda yaşadığı vicdan azabıdır. Katil, savaşan her iki tarafın cephelerinde yer alan askerden başlayıp, o savaşa karar veren muktedirlerin ve o muktedire biat edenlere uzayan bir dizi failin toplamıdır.  O halde şunu sormak gerekiyor: Savaşın sonrasında bıraktığı bu ruh çözülmesi ve sızı, bir suçluluk duygusu mudur sadece? Aslında Freud, “Uygarlığın Bunalımı”nda bu meseleye çok yalın ve doğru bir şekilde değinmiştir. “İnsan suç işledikten sonra suç işlediği için suçluluk duyuyorsa bu duyguya daha çok pişmanlık denmesi gerekir. Bu duygu bir eyleme ilişkindir ve doğal olarak bir vicdanın kendini suçlu hissetme hazırlığının eylemden önce var olmasını şart koşar.”[7] Yani aslında, insan ruhunun savaşı gerçekte (ülkenin kurtarılışı vb yüce amaçlarla motive edilmiş olsa da, özünde) nasıl algıladığı bellidir. Suçu işleyen, daha savaşın başladığı andan itibaren suçunun farkındadır!

İnsanlık, her savaşın ardından, o suçun vicdanında yarattığı (aslında başında beri bildiği ) yıkımla yüzyüze gelmektedir. Ama artık “Af dileme şansınız yoktur. Öldürürken, o yanlışı yaparken, af dileyeceğiniz insanı da yok edersiniz. Vicdanınız sizi ezer… Mahveder ama gidip, beni affet, diyeceğiniz biri yoktur.”[8]

Bu noktada yeni bir soru ve bu soruya bağlı olarak son bir aksiyom üretmek gündeme geliyor. O halde bir romancı neden savaş romanı yazar? Cevap ve aksiyom ise şudur:

Yazar, toplum vicdanın farkındalığının kendini gösterdiği aynadır.  O aynada görünen ise Savaşın yaygın inanışın aksine, son çare değil, bir çaresizlik hali olduğudur. Ve bugün artık, savaş romanı, insanlara bu çaresizlik h

Not: Bu yazım, Lacivert Dergisi’nin Temmuz-Ağustos 2013 sayısında yayımlanmıştır.


[1] Sigmund Freud “Uygarlığın bunalımı” S.71, Metis yayınları, Ötekini Dinlemek 5, üçüncü basım

[2] Sigmund Freud A.g.E. S.86

[3] Metin içinde özel bir tartışma açmamak ve metnin odağını kaybetmemek adına girmemiş olsam da bir saptamayı yapmadan geçemeyeceğim ne yazık ki. Klasik anlamda savaşın savaş karşıtı bir dille yazılması, daha ziyade aydınlama hareketi yaşamış toplumlarda görülen bir olgu. Ne yazık ki  savaş karşıtı edebiyat, en azından 19 yüzyıl boyunca ve 20. Yy’ın son çeyreğine kadar aydınlanma hareketi yaşamamış toplumlarda kök bulamayan bir edebiyat türü olmuştur.

[4] Kitabım Her Savaş Bir Tanrı Öldürür’de de benzer bir hal  şöyle tanımlanmaktadır kahramının ağzından: “Bu meslek… Beni adam öldürmeye alıştırdı anne! Çocukluğumu elimden aldığı yetmedi, gençliğimi elimden aldığı yetmedi, bir de adam öldürmeye alıştırdı! Ve elimden alacak bir şeyi kalmadığında da… Aklımı elimden aldı! (…)

[5] Sonunu düşün!

[6] Süleyman AKBULUT, “Her savaş Bir Tanrı Öldürür” Doğan kitap,  s.337

[7] Sigmund Freud A.g.E. S.88

[8] Süleyman Akbulut , A.g.e. s 345